EĞİTİMYAZARLAR

Çok Dilli Çocukları Yetiştiren Tek Dilli Bir Eğitim Sistemi

Avusturya Eğitim sistemi PISA gibi uluslararası öğrenci değerlendirme testlerinde, Türkiye dahil olmak üzere, birçok ülkeye göre daha iyi sonuçlar ortaya koymuştur. Farklı ülkelere kıyasen eğitim kalitesi sıralamasında kendine orta sıralarda yer edinmeyi başaran Avusturya, kendi içinde elbette sorunlar yaşamakta ve Türk kökenli çocuklar da bu problemlerden maalesef paylarını almaktadırlar.

Tarih boyunca uygulanan çeşitli reformlar sistem içerisindeki eğitim eşitsizliklerini giderme amacına sahipti. Tüm sınıfların eğitim durumu iyileşirken, sınıflar arasındaki fırsat eşitsizlikleri aksine daha da büyüdü. Her ne kadar fırsat eşitliği ilkelerine aykırı olsa da, Almanya ve Avusturya gibi ülkelerde eğitim seviyesi ve eğitim başarısı sosyal ve kültürel kökene bağlı olarak algılanmaktadır. Bu nedenle, “göç geçmişi olan çocukların“ kültürel farklılıklarından dolayı oluştuğu iddia edilen performans düşüklüğü eğitimde fırsat eşitliği tartışmalarında önemli bir role sahiptir. Çok dilli ve çok kültürlü çocukların eğitim sistemi içerisinde doğru desteği almadıkları ve eşit bir role sahip olmadıkları hem PISA çalışmalarının 2000 yılındaki ilk yayınından bu yana, hem de IGLU veya TIMMS gibi diğer okul performansı çalışmalarında doğrulanmıştır.

Göç geçmişi olan öğrenciler yaşadıkları eğitim sorunları sebebiyle „yetersiz“ olarak damgalanmakta ve bu sorunlar genellikle tek taraflı olarak kültürel kökenlere ve aile içi sosyalleşmeye indirgenmektedir.  Bu durumdan eğitim sisteminin ne derecede sorumlu olduğu sorusu göz ardı edilmektedir. Oysa çok dilli öğrencilerin eğitim eşitsizliği okulun misyonu, değerleri ve eylemleri üzerinden dışa yansır. Bu durum aynı zamanda kurumsal ayrımcılığın da bir belirtisidir. Kültürel çeşitliliğin ve bununla beraber ortaya çıkan çok dilliliğin Avusturya ve Almanya gibi ülkelerin bir parçası olduğu aşikardır. Buna rağmen eğitim sistemi bu toplumsal gerçeği şiddetle reddetmekte ve çok kültürlü öğrencileri homojen bir yapı içerisinde yetiştirmeyi hedeflemektedir. Sonuç olarak, çok dilli çocuklarımız tek dilli ve tek kültürlü kişilere göre geliştirilen bir eğitim yapısında yetişmektedirler. Gereken desteği, doğru eğitimi ve muameleyi göremeyen çok dilli öğrencilerin derslerinde sorunlar yaşamamaları ve hem ana dillerini hem de ikinci dillerini kusursuz geliştirebilmeleri çok zor olacaktır.

Buna ek olarak üniversitelerin eğitim fakülteleri bünyesinde göç toplumu ilkelerine, çok kültürlülük ve çok dillilik teorilerine henüz son yıllardır doğru bir şekilde yer verilmeye başlanmasından dolayı sayısız öğretmen ve eğitimci sistem içerisindeki sorunları görmeden, öğrencilerin yaşadıkları zorlukları göç geçmişine dayatıp, yanlış bir yol izleyebilmektedirler. Bu bağlamda çocuklarımızın ve velilerin edindikleri tecrübeleri ise şu örneklerle özetleyebiliriz: MIKA-D Test ve Almanca teşvik sınıfları, İlkokul/ortaokul sonrası geçiş tavsiyelerinin içerisinde „Gymnasium“ ve eşdeğer okullara nadiren yer verilmesi, ebeveynlerin çocuklarını yetiştirme tarzına müdahaleler, aile içi iletişimde dil seçimine kısıtlamalı yorumlar ve tavsiyeler.

Siyasi algılardan ve toplum içerisindeki tutumdan da oluşan belirli bir normallik algısı söz konusu. Eğitim politikaları çerçevesinde verilen kararlar genelde eğitici olmaktan ziyade politik olduğundan dolayı bu algı eğitim sistemi içerisinde de yer edinmiş bulunmaktadır. Bu anlayışa göre heterojenlik normal bir durum olarak görülmemektedir. Yani çeşitlilik her ne kadar günlük hayatımızın bir parçası haline gelmiş olsa da, anormal bir durum olarak algılanmaktadır.

Bu sebeple sistem dilsel ve kültürel çeşitliliği teşvik etmeye değil, homojenleştirmeye ve asimilasyona odaklanmış tek dilli, tekil ve tek kültürlü bir tutum sergilemektedir. Çok dillilik bu konuda normdan çok bir istisna olarak geçerlidir. Entegrasyonun önünde bir engel olarak görülmekte ve eğitim sisteminin normal kavramlarından sapmaktadır. Bu durumu Ingrid Gogolin (2008) Almanca’da „monolingualer Habitus in multilingualen Schulen“ olarak özetlemiştir. Yani Gogolin yukarıda bahsettiğimiz çok dilliliğin hakim olduğu okullarda mevcut olan tek dilli bir habitustan söz eder.

Çocuklarımız okulda farkında olmasalar bile elbette bu ideolojiyi hisseder hatta zamanla benimserler. Çok kültürlü çocuklar, her ne kadar üçüncü, dördüncü nesli oluşturuyor olsalar bile „yabancı“ veya „normal olmayan“ olarak konumlandırılırlar. Kültürel olarak farklı olana karşı reddedici bir tutum mevcuttur. Eğitim kurumlarının çocukları bu şekilde konumlandırması ve damgalaması öğrencilerin ülkeye ve sisteme ait olmadığının altını çizmekle beraber çocuklara „yabancı“, „göçmen“, „farklı“, „normal“, „anormal“ gibi kavramları öğretir. Bu tutum pek tabii çocukların aidiyet duygusunu da etkiler. Eğitim sistemini sorgulamak yerine öğrencileri mevcut eğitim sistemine entegre etmekten vazgeçilmediği sürece, çocuklarımız daha birçok mağduriyete uğrayacağa benziyor.

„Bizler ne yapabiliriz?“ diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Veliler her ne kadar olması gerektiği gibi çocuklarına destek verseler de, maalesef bunun mevcut şartlar sebebiyle yeterli olmadığını görüyoruz. Yapmamız gereken şey, çocuklarımızın arkasında durduğumuz gibi, sistemin de karşısında durmak ve bu amaçla başlatılmış olan kampanyalara destek vermektir. Bu bağlamda, birçoğumuzun yakından tanıdığı Ali Dönmez ve Tarık Mete’nin Almanca teşvik sınıflarına karşı başlatmış olduğu kampanyaları hatırlatmak ister ve bu mücadelede onları desteklemenin bir vazife olduğunun altını çizmek isterim.

Kaynakça: Gogolin, I. (2008): Der monolinguale Habitus in multilingualen Schulen. Münster: Waxmann.

ähnliche Artikel

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert